2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı hakkında bugüne kadar çeşitli tartışmalar yapıldı, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu`nun (YDK) raporlarına göre, İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı`nın bazı harcamalarının “amaç dışı” olduğu bile söylendi.
Gerek yapılan faaliyetlerin içeriği, gerek bu faaliyetlere ayrılan ödenekler, kültür sanat camialarında tartışıldığı kadar, “nasıl olmalı?” sorusunun tartışılmaması, aslında bu ülkenin kültür sanat alanındaki en kadim sorunlarının göz ardı edilmesine, arka planda kalmasına zemin hazırlıyor. Neden mi? Çünkü her köşe başını tutmuş yazar, nasıl olması gerektiğinden çok, oturdukları yerden ahkâm kesiyor, kendince yargılarda bulunuyor.
Önce kendimizi tahlil etmemiz gerekiyor. Kendimizi tahlil etmeden bir başkasını tahlil etmeye kalkıştığımız için kendi yanlışlarımızı görmüyoruz. Kendi yanlışlarımızı görmeden, kendi durumumuzu analiz etmeden eleştiri yaptığımızda ya da tahlil ettiğimizde eksik sonuçlara ulaşıyoruz. Bu, kurumlara bakış açımız için de önemli. 2000’li yıllara kadar imkân olmamasına rağmen ciddi ve entelektüel boyutta kültür sanat faaliyetlerini yapan bir camia, ne oldu da imkânlar arttıkça kültür sanat’tan, okuma ve yazma eyleminden uzaklaştı, işin vitrin kısmında görünür oldu? 2010 Ajansı’nı sorgulamaya kalkışanların ilk başta kendilerini sorguya çekmeleri gerektiğini bilmem söylememe gerek var mı?
Eğri oturalım doğru konuşalım. Bugün seminer seminer gezerek hakikatli iş yapmaktan uzaklaşan, her yerde yazarak, konferans vererek, TV’lerde program yaparak kasasını doldurmaya çalışan “üstad” olarak gördüğümüz yazarlar, neden gittikleri kültür-sanat camialarında hemen nemalanmaya çalışıyorlar? Neden yazdıkları kitapların içeriğine yoğunlaşamıyorlar, metin üretemiyorlar, okumaya ilişkin kendi hayallerindeki fantezileri okurlarına ilettikçe görevlerini tamamladıklarını sanıyorlar? Bir yazarın görevi, tahlil ve analiz etmekten, eleştiri üslubundan uzaklaşarak sadece övücü metinler kaleme alması mıdır? Yoksa hiçbir edebi değeri olmayan çevresinden (ya da aynı ajansta çalıştığı iş arkadaşı) bir arkadaşının kitabının eksiklerini ortaya koyarken çekinmemeli midir? Yazarın görevi, işlevi nedir? Yazarın en önemli görevi ve işlevi, içtenliğini kaybetmeden yazmak, samimiyetinden uzaklaşmadan bulunduğu kültür-sanat dalında üretmek, okuru da hakikate yönlendirmektir. Yazarın görevini konuştan sonra, 2010 Ajansı’nı konuşmaya başlayabiliriz.
2000’li yıllardan sonra muhafazakâr camianın seslerinin daha gür çıkmasıyla birlikte, nasıl siyasi alanda değişiklikler yaşandıysa, üzerine çok geçmeden kültür sanat alanında da değişimler yaşanmaya başladı. Bu değişimler, muhafazakâr medyanın ilk kez ipi ellerine almasıyla ve kültür sanat camiasında söz sahibi olmasıyla gerçekleşti. Kültür sanat camiasında ceplerini dolduranlar, yazın dünyasında o eski samimiyet ve içtenliklerini kaybettiler. Ama tuttukları köşe başlarını da sıkıca tutmaya devam ettiler, bırakmadılar. Belediyelerin desteklediği ajanslar, istemeye istemeye de olsa bu köşe başında duran yazarları zenginleştirmeye devam etti. Çünkü başka çare yoktu. Şiir gecelerinin vazgeçilmezleri, köşe başında duran şairler olabilirdi ancak. Ya da gazetelerin kültür sanat sayfalarının editörleri, köşe yazarları, reklâm almak için kitapları övücü ekler hazırlayan editörler ancak köşe başını tutmuş yazarlarla gerçekleşebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Köşe başlarını tutan yazarlar, kendilerini ceplerini doldurmaya verdiler, verdikçe samimiyetten ve yazın dünyasından uzaklaştılar.
Gelinen nokta şu: Köşe başında duran yazarlar her ajansın gözbebeği oldukları gibi 2010 Ajansı’nın gözbebekleri oldular. 2010 Ajansı onları müthiş zenginleştirirken, aynı zamanda hakikatli iş yapmaktan da uzakta kaldı. Çünkü ortam buna el veriyordu. Burada 2010 Ajansı’nın kabahati yok diyemeyiz, çünkü ortalıkta hakikatli iş yapan yazarlar tutmuyorsa, -en azından her faaliyette olmasa bile- gerçekten vitrine değil içeriğe önem verilebilirdi. İçeriğe önem verilen bir sürü iş de yaptı 2010 Ajansı, bu anlamda başarısız sayılamaz. Yıl boyunca hemen her alanda faaliyetler düzenlemek, öyle kolay olmasa gerek. Ama içerik kısmına daha çok ağırlık verilseydi, vitrine oynanmasaydı, daha kalıcı işlere imza atılabilirdi 2010 Ajansı. Geldi, geçti. Biz yine aynı yerdeyiz. Ne kazandık ne kaybettik sizce? Kazananlar kazandı, bu bir gerçek. Kaybedenler kim? Kaybedenler de aslında kazananlar!
Yunus Emre Tozal
Dünyaya YeniSöz