Ey benim, Türkmen uyruklu keven çiçeğim, Toroslar’ın etekleri boyunca öbeklenip asilliğine uygun ayakta durdukça; dağların tepelerine, kara çadırı, kirmenlerle örülmüş kıl çadırları dağların yamaçlarına kurup, yanık türküleri söyledikçe, Oğuz boyunu bize kim unutturabilir? Erzurum’da Hasankeyf’de, İstanbul’da Edirne’de, Bursa’da kubbeler, minareler yükseldikçe, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı inkâr etmek kimin haddine! Bu diyarlardan bir ışık oku yüzyıllar ötesinden gelip gönüllerimize saplanmış ve yetkinliğe erişmiş satırlarla, bazı beyaz zeminler üzerinde ısrarla dikili durdukça, Buhara’yı, Medine’yi, Konya’yı özlememek için kalpsiz olmak gerekir herhalde…
Güzel ülkemin, her metre karesinde adeta insana haykırırcasına, insanın özünü, tarihini zikreden her şey ve her yer, tarihin sayfalarından dökülen izlerle 1000 yıllık geçmişimizi hatırlatır bizlere. Burçlar, kapılar, sırmalı örtüler, keçe yaygılar, siniler, aşlar, ezgiler, sözler, belgeler birkaç isim, efsane veya bulgular… Her şey ama her şey de görülürsünüz siz, görmeyen gözlere inat…
Hangi göz, Erzurum’un Çifte Minare’sini, Sivas’ın Şifahiye’sini, Sinan’ın Moğlova’sının sapasağlam ayakta durduğunu görüp; İzzet Efendi’nin o hattını kalem kalem, nakış nakış işlediği sanat gerçeğini kanaviçe gibi işlerken, değil bize tarihimizi unutturmak, ondan bir parça uzaklaşmak bile mümkün değildir…
Tarihimiz, her yerden süzülür gelir 1000 yıl geçse de bugünümüze. Toprak yarılır, sular durulur, pencereler, duvarlar gün gün tarihi çağırırken bugüne tarihimizi bize unutturduğunu düşünen sivri zekâlıların sadece kendini kandırdıklarını söylemek realist bir tespit olur haddizatında!
Gökkubenin uzak yıldızları dünyamızı aydınlattığı sürecte, her yerden çağlayanlar misali akan sular oldukça, derelerimiz, çaylarımız, ezanlarımız okunup, temiz ve pak alınlar secde ettikçe bu toprağa, tarihi unutmak mümkün değildir. Bugün yabancıyız kendimize bunu inkar etmiyorum. Ama tarih, hücre hücre, kelime kelime, eser eser kendi bize öğrettiği gerçeğini söyleyemeyecek kadar da korkak değiliz elbette…
Kendimizi asla ve katta unutamayız a dostlar! Adem’in soyu henüz tükenmemişken ve kıyamet henüz kopmamışken, kendimizi biz unutmayız, unutturmayacağız inşallah! Bütün gerçekler kendimizi ayan beyan hatırlatıyor çünkü bize. Yeryüzünün yalanları, hileleri, siyaseti, politikası ve oyunları kendimizi, gerçekle daha çok yüzleştirecektir eminim ben buna. Ahlat’taki mezar taşları, Mohaç’ta bıraktığımız şehitler, Budapeşte’de Gül Baba, iz, iz, yol yol bizi çağırmaya devam edecektir biiznillah…
Yeryüzünün herhangi bir toprağında dikili bir taş kalmışsa atalardan, bir söz, bir efsane dilden dile akıp çağları aşmışsa eğer, Japon sarayında bir tombak yaban yaban duruyorsa öylece; tarihi görmezlikten gelmek akılsızlığın daniskasıdır. Mümkün değildir kısaca kendimizi kandırmak, unutmak, bir başkası olmak, bir başka ruhta, bir başka bedende yaşamak…
Dünya durdukça, kendimizden kopmak ve tarihi, “unutmak” fiiline terk etmek mümkün değildir…