Son zamanlarda genç, yaşlı birçok kişide rastlayabileceğimiz modernizmin leş kokusu tüten tehlikeli bir hastalık dolanıyor ortalıkta. Belki kablosuz ağlardan, belki otomatiğe bağlanmış cümlelerden, belki yediğimiz içtiğimizden, belki okuduğumuz yazdığımızdan ötürü, belki de günün, çağın gereği olduğundan: duygulanamıyoruz!
Sözlerimiz var, havaya saçıp çarçur etmediğimiz, bir yerlere yazıp bıraktığımız –toplanıp kitap olacak kesin- o edebiyat harikası, e tabii ki yüksek ilhamla bezenmiş ilahi tınılı sözlerimiz var… Peki ya duygu, duygu var mı?
Ardında güzel söz bırakmak için önce güzel bir ruha sahip olmak gerek, güzel bir ruh için de duygularımızın tazeliğini yitirmemesi tabii. Fakat maalesef modern ve internetli zamanlar insanın hareketlerinden, hatta düşüncelerinden ziyade duygulanım kalitesini değiştirdi. Bu durum klavye başında “mutluyum” yahut “mutsuzum” yazmakla ilgili değil. Bu durum “evleniyorum” yahut “yalnızım” yazmakla ilgili değil. Aynı dakika içinde iki ayrı kişiye “Başın sağolsun” ve “Allah tamamına erdirsin”i peşpeşe yazmakla da ilgili değil. Üzüldüğünde üzgünüm iki nokta üst üste ve peşpeşe yedi tane aç parantez yazmakla hiç mi hiç ilgili değil. Bu biyolojik saatimizle ruhsal saatimizin senkronizasyonunu kaybetmek diye tanımlayabileceğimiz büyük bir arıza aslında. Duygu sakatlığının güzel ruhun gelişimini engellemesi de denebilir.
Hiçbir duygu bizi layık olduğu kadar meşgul edemiyor. Kırk gün kırk gece düğün yapan prens ve prenseslerin aynı duyguyu kırk gün boyunca muhafaza etmesine aklımız ermiyor. Hem kırkıncı günün sonunda o düğün masraflarının ödeneceği günün paniğini yaşamıyor mu bu tuzukurular? Kırk gün boyunca sefere gitmeyen bir prensin değirmeninin suyu nereden geliyor? Halkı kırk gün boyunca tarlasından, işinden gücünden ederek hazineye girecek geliri de ertelemiş bir adamdan ne hayır gelir? Kırk gün boyunca çiftetelli oynayan prenses mutluluğundan mı oynadı yani?
Aşkı için ölen aşıklar, gururu için ölen şövalyeler, kıskançlığının esiri olan üvey anneler ne saçma ömürler sürmüşler. Kin, nefret, ihtiras, cesaret, gurur, intikam… Bu duygular birkaç satırlık sosyal medya paylaşımıyla harcanabilecekken neden felakete sürüklenmiş yaşayanlar? Bugün olsaydı Mecnun twitter’a bağladığı foursquare hesabından “i’m at çöller” yazacaktı. Fuzuli de bunu retweet’leyecekti. Bunu gören Leyla hesabını kapatıp olay mahallini terk edecekti. Sonra üvey annesi Pamuk Prenses’i spamlamakla yetinecek, Deli Dumrul ise annesinin verdiği Candy Crush canıyla teselli bulacaktı.
Paylaşımların hızı ve çeşitliliği herhangi bir durumda birkaç dakikadan fazla kalmamızı engelliyor, dolayısıyla harcadığımız vakte göre hissetme kalitemiz de düşüyor! Peki şimdilerde, bu hız çağında insanı maceraya iten, belalardan kurtaran, dostluğu pekiştiren, ehlileştiren, vahşileştiren, çizgiden saptıran, düzene döndüren o büyük güç ne? Duygu mu? Duygu benim için –uzunca bir süre- Boğaziçi’nde felsefe okuyan o güzel gözlü kızın adı olarak kalacak sanırım…