Trabzon’daki çocukluğum…
Malum babaannemin o eski Grundig radyosu yine.
Sofrada peynirli makarna yerken radyodan şöyle bir türkü dinlerdim o zamanlar.
Maçkalıyım Maçkalı / alırım iki karı / biri gider ahıra / biri yıkar kapları.
Türkü kemençe eşliğinde tıpkı ilahi bir sesmiş gibi bütün benliğimi sarar ve küçük erkek egomu okşar ve maniyi uyduran aşık terekteki krem renkli bir cihazdan bana göz kırpardı.
Sonra büyüdüm.
Karadeniz’in bin bir yeşilli doğası üniversite tercihinde hiç düşünmeden Bursa seçeneğini karalamama sebep oldu.
Lisenin edebiyat bölümü birincisi, birinci olduğunun bile farkında olmadan, Uludağ Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünü bitirmek için yollara düştü.
Sadece bölümün adını insanlara söylemek içeriğini izah etmek final heyecanından aşağı kalmıyordu.
90’lı yılların başında Bursa’ya ilk geldiğimde kırmızı ışıkta duran bir otobüsün önünden geçen sarı saçlı kız çocuğuna otobüsteki orta yaşlı bir kadının ‘’Maşallah’’ dediğini hatırlıyorum.
Sonra İlyas ağabeyle bir haftaya yakın bir süre bezgince ev aramalar..
Nihayet Doburca tarafında bir çatı katı, tam öğrencilik.
İlk gecem paslı bir karyolanın ranzaları üzerinde yorgansız geçti.
Yorgunluktan salonun bir köşesine bıraktığım iki çuval içindeki birkaç eşyayı çıkarıp battaniyeyi üzerime çekemedim.
Ertesi sabah ise çok farklı bir güneşle uyandım.
Çuvalları çantaları boşattım.
En yakın bakkaldan ekmek, süt, peynir, yumurta, şeker, çay aldım.
Ve ilk kez Trabzon’un dışındaki bir suyun tadının farkına vardım.
Nemli bir iklimden geldiğim için bir hafta boyunca boğazlarım şişti ve sürekli kuruluk hissettim.
Dikkaldırım pazarına gittim. Sebze ve meyve insanı şaşırtacak kadar ucuzdu.
Trabzon’daki yaşlı kocakarıların ‘’Samsun, Bursa bol memleket..!’’ sözlerinin boşuna söylenmediğini düşündüm.
Üniversiteye başladım.
Hatta bunun için Heykel’deki en meşhur fotoğrafçıda yirmidört adet vesikalık fotoğraf çekildim.
Fotoğrafın benim için tek özelliği ise, objektif karşısındaki ciddiyetimi dilimin ucunu dişleyerek sağladığımı ben ve Tanrı haricinde kimsenin bilmemesi.
Bu hayatımda dişlerimin yerine oturmadığı tek vesikalık fotoğrafım ve biraz değişikti.
Bir ay sonra erkek kardeşim Bursa’ya geldi ve bir konfeksiyonda işe girdi.
Zamanla her şey oturmaya başladı.
Bir sabah kalktığımda bakkaldan ekmek ve süt alma sırası bendeydi.
Salına salına bakkalın yolunu tuttum.
Köşede bir konfeksiyon, içeriden öyle bir arabesk sesi geliyor ki yeniden uyanmak zorunda kaldım.
Bakkaldan dönüşte benden bir iki yaş küçük bir kız, konfeksiyonun önünde dikilmiş beni süzüyordu.
Kızın yüzüne bakmadım ama uzay boşluğundaki varlığının tüm ağırlığını hissetim.
Ertesi sabah kardeşim bakkala gittiğinde hem arabesk müziğinin hem de kızın benim tarif ettiğimle aynı olmadığını söyledi kahvaltıda.
Sonra defalarca denenen şeyde sonuç şuydu.
Ben geçerken Orhan Gencebay çalıyordu, kardeşim geçerken Ferdi Tayfur.
Ben geçerken ince omuzları dik, elleri arkasına bağlı kendinden oldukça emin bir kız çıkıyordu konfeksiyonun köşesine, kardeşim geçerken daha kısa boylu, daha dolgunca birisi çıkıyordu kapıya.
Zaman her şeyi en ince ayrıntısına kadar ayrıştırdı.
Hatta kardeşimle Orhan Gencebay ile Ferdi Tayfur’un şarkılarının sözleri üzerinde bile konuşuyorduk. Ben, bana göre kendimi biraz o yılların Kempes’i kardeşim ise kendini Ardiles gibi hissediyor olmalıydık.
Sonra mahalle maçlarındaki ‘’üç korner bir penaltı’’ gereği kızlarla tanıştık.
Benimkisinin adı Fatmagül, biraderin tanıştığı kızın adı ise Müjde.
Fatmagül oldukça narin bir kız, ama sahip olduğu cesaret insanı hayran bırakıyordu. Gözleri arı sokmuşta bakış açısı küçükmüşçesine güzel. Burnu bir parça Meryem ana ikonu gibi. Saçları siyah, teni bembeyaz.
Fatmagül erguvanlar arasında büyümüş bir Bizans prensesi gibi.
Onun Bizans’ın tövbekar prensesi Nilüfer’e benzettim biraz.
Nilüfer deresi de zatan az aşağılardan akıyordu, ama susuzca. Yatağı var suyu yoktu o zamanlar.
Buluştuk, konuştuk, koklaştık üzüm asmalarıyla dolu bahçelerde, çilek tarlalarında.
Küstük, barıştık, yine küstük yine barıştık.
Ona dilimi ısırdığımı bilmediği vesikalık resmimi verdim, o da bana beyaz gömlekli ciddi ama dudaklarının kenarlarına oturmuş ince tebessümlü bir resmini verdi.
Bir gün heyecanla sana bir şey vereceğim dedi. Orhan Gencebay’ın arkasında ‘’Fatmagül’e Sevgilerimle’’ yazılı imzalı vesikalık fotoğrafını bana verdi.
O günden sonra Orhan babacıydım.
Tüm kasetlerini aldım, tüm şarkılarını dinledim.
‘’ Tayfuna tutuldum aşkın deryasında, yönümü kaybettim yüzer dururum, kıyıya vurduğum dertler adasında, bitmeyen çilemi bekler dururum..!’’
Birader ise hiçbir zaman Ferdici olmadı. İşyerinde sabahtan akşama kadar makine seslerinden duyabildiklerine ne kıymet veriyordu bilemiyorum.
Bir ilkbahar sabahı Fatmagül ve Müjde kurabiyeler pişirdi ve Doburca’nın alt bahçelerinde bizi pikniğe davet ettiler. Başkaları da vardı. Tam olarak nedenini bilemiyorum, ama benim o gün pikniğe gitme hevesim yoktu.
Herkes gitti, ben yoktum. Herkes güldü oynadı, eğlendi, Fatmagül hariç.
Televizyonda Şov tv’de bir Fransız sitkomu vardı o yıllarda. Orada bir Jerome vardı. İşte Fatmagül’ün sürekli izlediği o filmdeki Jerome bendim.
Fatmagül bunu gururuna yediremedi ilaç içti, odasına kapandı, kapıyı kilitledi ve uyudu.
O gece hiç olmayacak bir şey oldu.
Bir komşuları geç saatlerde ısrarla Fatmagüller’i aradı. Arama sebebi ise çok komikti. Fatmagül’ün normalde hemen baktığı telefon bir türlü açılmak bilmedi. Odaya kapıyı biraz zorlayarak girdiler.
Fatmagül derin bir uykudaydı. Sehpanın üzerindeki özensiz ilaç kutuları her şeyi yeterince açıklıyordu.
Çekirgedeki SSK hastanesine kaldırdılar.
Ertesi gün okuldan eve döndüğümde biraderi evde buldum.
Durumu anlattı, bu kez ben gurur yapmaya başladım.
Kendimi zorla ikna ettim.
Hastane çok yakındı.
Çiçek yaptırdık ve gittik.
İlaç kokulu odalarda Fatmagül’ü aradık.
Son bir odaya girdiğimizde ‘’on dakika önce’’ ayrıldılar cevabını aldık. Odada bana bakan hastaların göz bebekleri farklı şeyler söylüyordu sanki.
Bir süre görüşmedik.
Sonra yine görüşmeye başladık.
Ama ikinci senemizde olmasına rağmen ben hala kararsız bir Esposito durumunda gidip geliyordum.
Bir türlü karar veremiyordum.
Galiba körkütük bir aşkı bir türlü rendeleyemiyordum.
Bir parça gelecek endişesi, öğrenci psikolojisi, yabancı bir yerde olmak beni sürekli kararsız bırakıyordu.
Sonra koptuk birbirimizden.
Onun bana karşı olan sevgisi hiçbir zaman bana yansıtmadığı bir çığa dönüştü.
Sırf üniversitede okuduğum için onu beğenmemiş olabileceğimi bile düşündü.
Gerçekte ise öyle bir şey yoktu.
Sanırım ben kokmuştum, ailesinin ona bir daire vereceğini söylemiş olmasına rağmen hayatımda belirsizlik istemiyordum.
Hatta emin olduğum şeylerden bile fazlasıyla emin olmak istiyordum.
Ne beni tatil yaparken Küçükkumla’da görmüş olmasının ne de bana küçük kızlarla gönderdiği meyve sepetleri durumu değiştiriyordu.
Fatmagül zamanla benden soğudu ama hiçbir zaman beni unutmadı.
Son yıllarım biraz meşakkatliydi, ve onu hepten unuttum.
Üstelik aynı mahallede olmamıza rağmen kendini bana hatırlatacak hiçbir şey yapmadı.
Tüm bildiğim bana onun sevgisine karşılık veremediğim için çok acı bir beddua ettiğiydi.
Kardeşim Müjde’yle evlendi ve iki kızı oldu.
Okul bittiğinde Bursa’dan ayrıldım.
Tıpkı radyodan dinlediğim gibi iki kez Maçka’dan evlendim.
Fatmagül’ün ahı tutmuş olmalı ki;
İkisinden de boşandım.
Hiçbir şey filmlerdeki gibi olmadı ve Fatmagül de evlendi.
Bir zamanlar evlenip çocuk yapmaktan bahsettiğim kız, Duaçınar’ına gitti.
Üstelik ‘’Sana inat karşıma çıkacak ilk kişiyle evleneceğim..!’’ diyerek saçı dökülmüş bir beyle evlendi.
Benim günde birkaç dal içtiğim sigaraya bile karşı çıkan Fatmagül sigaraya başladı.
İki çocuğu oldu, erkek olanın adını Metin koymayı düşündü ama kocası ona müsaade etmedi.
Bursa dendiğinde ilk aklıma otobüsün kırmızı ışıkta durduğunda karşıdan karşıya geçen o terlikli sarışın kız ve Doburca’nın gülü cesaretimin yetmediği Fatmagül gelir.
Ama gülüm, hayatta böyle bir şey işte.
Yeniden radyoyu açmak gerekirse;
………………………
………………………
………………………
………………………
Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler,
Şimdi bana seninle bir ömür vaad etseler,
Şimdi bana yeniden ister misin deseler,
Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok…
………………………
………………………
………………………
………………………
Fatmagül’ün suçu yok…!