Herhangi bir fikrin yahut tespitin yahut icadın güncellik süresi çok kısaldı. Bu da kısa, küçük, anlık ve çok paylaşıma yönlendirilmek demek. Her geçen gün daha çok kelime, daha çok cümle, daha çok fotoğraf yiyerek büyüyen bir canavarın gönüllü aşçılarıyız, pişirip pişirip döküyoruz ortalığa. Birileri, yani fikirlerimizi ve tespitlerimizi sağa sola fütursuzca saçmamız için bizi yönlendiren mucitler de yepyeni mecralar açarak bağımlılık çekmecemize vazgeçemeyeceğimiz klasörler ekliyorlar. Hayır, bağımlılık eleştirisi, rehabilite tavsiyesi içerikli bir şeyler yazmayacağım, fakat gözümüzün önünden akan fotoğraf ve cümle yığınından beklediğimiz enerjiyi günlük hayattan da bekleme zavallılığından bahsedeceğim.
Günümüzü anlatan en popüler ve en işe yarar slogan nedir diye sorsalar hiç tereddütsüz “Özet geç” diyebilirim. Kimsenin kimseyi dinleyecek saniyesi bile yok. Bu vaktin ne kadar değerli bir “şey” olduğunu anladığımızın bir ispatı değil, aksine “kendi”mizin çok değerli olduğunu düşündüğümüz için böyle hızlı yaşıyoruz, hızlı ve düşüncesiz. Dakikalarımız bizim, dolayısıyla kimsenin bu kıymetli alana girmesini istemiyoruz. Saatlerce oyun oynayabiliriz fakat iki paragraflık bir yazı görünce çok uzun diyerek okumayı erteliyoruz. Yalnızca sosyal ağlara özgü bu özet geç tekniğini günlük hayatta uygulamaya gelince, işte orada çuvallıyoruz. Günlük hayat mecburi vakit kayıplarıyla doludur. Vapuru beklersin, sonra otobüsü, sınav sonuçlarını beklersin… Market sırasında önündeki sırayı beklemek zorundasın, insanları “yoksay”amazsın. Başka sekme açıp orada ilerleyemezsin.
Üç dört sayfalık blog yazılarına yazıdan daha uzun yorumların yapıldığı o kadim zamanlardan gelen biri olarak gelişmeleri hayretle takip ediyorum. Zira edebiyattan bile böyle bir özet talep eder hale geldi okuyucu. Fakat edebiyat böyle bir mutasyonu kaldırabilir mi? İşte burada devreye edebiyatçıların girmesi gerekiyor ki, bu da başka bir yazının konusu olabilir.
Ne diyorduk; özet geç!
İnsanlar artık aman hayatın uyuşukluğuyla hiç karşılaşmayayım, aman kafamı telefonumdan kaldırmayayım, benim sosyal ağlardaki hızım bana yeter, diyerek kendi dünyalarından dışarı adım atmıyorlar. Çünkü öğretmen yavaş anlatıyor, şoför yavaş sürüyor, anne yavaş yemek yapıyor, kitap çok uzun, keşke filmi olsa, asansör yavaş, kasiyer yavaş, gün ilerlemiyor, güneş yavaş…
Demem o ki, bu devirde yaşanan aslında mikrodalga fırınla kuzine arasındaki bir savaştır ve belki de çare davul fırındır.
hedonist çağın sonuçları bunlar, sabırsız, kanaatsiz, mutsuz ne istediğini bilmeyen intihara meyilli bir nesil.
sosyal ağlar ise narsist birgençlik doğuruyor.
beğenilme duygusu, en iyi benim, kişisel gelişim azmanlığı
ve koca bir hayat ayaklarımızın altından kayıyor.