Size bugün incir ağacından bahsedeceğim. Çocukluğumun incir ağacından. Güzel bir ağaçtı incir ağacı, çıplak ayaklarla gövdesine sarılıp biraz zorlanarak da olsa dallarına tırmanırdım. Sanırım böyle bir Pazar gününde size bir incir ağacından bahsetmek huysuz bir şairin şiirlerinin derin anlamlarından ya da metinlerinin karmaşık bunalımlarından bahsetmekten daha iyidir. O şair bileti yanacak diye korkuyor. Oysa benim bu yıl kullanmayı düşünmediğim bir kombine biletim var. Neyse incir çekirdeğini doldurmayacak konularla sizi yormak istemiyorum. Bugün Pazar sevgili okur birazdan sıkı bir tenis maçına çıkacağım ve birazcık deşarj olmam lazım.
Neden bahsediyorduk şairden mi? Ha evet incir ağacından. Hani şu dünyada en çok Anadolu’da yetişen mütevazi ağaçtan. Rahmetli babam incir ağacının dualı olduğunu, Hz İsa’nın incire dua ettiğini diğer meyvelere dua eden peygamberlerin olduğunu da söylerdi bana ama ben hangi peygamberin hangi meyveye dua ettiğini unutmuşum. Evimizin hemen yanındaki damın altında kırmızı topraklı tarlanın başındaki o incir ağacı gibi ahır kapısının karşısındaki portakalın yanındaki belki çok kişilikli gövdesi olmayan ama harika tatta incirler veren o incir ağaçlarını da sevmiştim. Hele meyvelerinin olgunlaştığı güneşli yaz günlerinde koyulaşmış renkleriyle, uçlarından balların aktığı zamanlarda onları çok ama çok sevmiştim. O zamanlar benim için başka bir sorun vardı. Yok yok şair de değil radyasyon da değil. O zamanlar sorun ben sabah erkenden uyanıp gece olgunlaştığını düşündüğüm incirleri tespit etmeden önce bazı siyah kargaların ya da kuşların incirleri göbeklerinden gagalayıp yemesiydi. Türkçedei tam olarak neye isabet ediyordu; tamam buldum daha karga kendi bokunu yemeden bütün gece tutunarak uyuduğu dallardan uçarak geliyor benim rüyalarımda ninnilerle büyüttüğüm incirlerimi yiyordu. Onları incir ağacından kovalamak için hiç fırsatım olmadı. Çünkü onların incir hırsızlığını hiç göremiyordum. Ama incirleri onların yediğinden emindim.
Evden bir hışımla yalın ayak damın altındaki incire koştuğumda geceden olgunlaşmış bazı incirlerin buruşturulmuş kağıt mendil gibi yaprakların arasında sallandığını görüyor, kaşlarını çatmış diğer dalları arıyor ve sinirlice yutkunuyordum. Ben diğer dallardaki olgunlaşmamış incirlerin yeşil renklerine aldırmayarak onların yumuşaklığını yokluyor bir an önce olgunlaşmaları için Allah’a yalvarıyordum. İncir ağacındaki arayışlarım hayal kırıklığına dönüştüğünde ise sinirimden ağacın en alt dallarındaki bir yaprağı koparıyor, ucunda yavaşça birikip akacağını bildiğim beyaz sütün damla oluşunu ve otlara düşüp dağılışını izliyordum. Tabi sonra kuşlara dönüp ‘’ocağınıza incir ağacı dikilsin..!’’ diye beddua etmiyordum ama okkalı bir küfür de savuruyordum. Çünkü aç gözlü kargalar benim olgunlaşmış incirlerime dadanmışlardı.
Bilmiyorum şair de incir yemiş midir? Ya da onun incirlerini de kuşlar dadanmış mıdır? Onu da kızdırmışlar mıdır? Benim ehil incirlerimi hep kuşlar yedi. Onun içindir ki hiçbir zaman incire doyamadım, hep onların yemediği diğer incirleri yerdim. (Çok mu arabesk oldu.? Tamam düzelteyim. Ben bazı şairler kadar kibirli değilim, düzeltebilirim yani. Evet bana kibri Türk yazarları öğretti.) Bütün incir ağacındakileri değil ama incir ağacındaki en olgun incirleri daha sabahın köründe kendi bokunu yememiş bazı kargalar gagaladı ve yenilmez yaptı efendim. İşin daha dramatiği o zamanlar kocaman alışveriş merkezleri yoktu burlarda gayri ve raflarında kuru Ege inciri satılmıyordu. Olsa bile babam bir işçiydi, o incirlerden alacak kadar lüksümüz yoktu. Ühüühü..! ‘’Ama baba bizim tarlaya da bir korkuluk yapalım da.! Ben karga kovalayıp, asker olmak, savaş kazanmak, devlet kurmak, devrimler yapmak, David Copperfield’in üvey babası gibi fötr şapka takmak istemiyorum.’’
Tamam, diyelim ki o gün hava güneşliydi. İncirler ikindiye kadar olgunlaşmıştı. Evdeki herkes oruç tutuyordu. Ben orucumu öğlende açmıştım zaten. Minik bir avucun koparıp ikiye bölüp daha da ballanması için birbirine sürtüp sadece bir kaşık reçel şurubuna benzeyen göbeğini yemeli miydim, yememeli miydim? Bence yememeliydim? Neden mi, çünkü şair o incir ağacına bakıp şiir yazmayı arzu etmiş olabilir. En azından yediğimde bile kabuklarıyla yemeliydim. Biletinin yanmasından değil ama şairin ilhamını bölmekten korkuyordum.
Çocukluğumun incir ağacı
Hazreti İsa’dan dualı
Süt damlar dallarından
Ağzında bir tutam balı
Şayet şair bu şiirde bir ayıp bulursa önlemini kendi alabilirdi. Nasıl mı? Tabi ki incir ağacının yapraklarını şiirin ayıp yerlerine örterek yapacaktı bunu. Madem bana seni ‘’çeperini bilmez’’ git sulu boya çalış dedi, ben de boş durmayacağım. Size yulaf tarlasına benzer bir tümsekteki çimlere gölgesi düşen Karadeniz’in serin bir yaz melteminin kollarında ağır bir dansa tutulan o incir ağacından bahsedeceğim. Bir dalı bir çocuğun omzuna konulacak bir arkadaş kolu gibi duran tarlanın üzerine uzanırdı. Bu dal benim sirk gösterisi yaptığım dalımdı. Onun üzerinde hiçbir şeye tutmadan yürürdüm. Düşecek olsam bile aaoohhh..! diye bağıracak seyircilerim yoktu. Yani tribünler bomboştu şair. Kocaman yapraklı bir incir ağacından çimlere düşmüş bir çocuk işte, kime ne ki? İncirin üst dallarına tırmandıkça biraz tedirgindim ama en olgun incirler de oralarda olurdu. İşte tam orada üç dal arasında bir pilot koltuğum da vardı. Ta karşıya gemi kaptanı kocası ölmüş Sariye’nin portakallar içinde kaybolmuş beyaz badanalı evininin baca dumanına dikkat kesilirdim. Bir çocuk sesi, bir bağırtı ve bir ıslık için kulak kabartırdım. Ya işte incir ağacı böyle bir şey şair. Gri gövdeli o ağacı evin penceresinden kollardım hep. Ne kızılağaçlarına dolanmış kara üzüm asmaları, ne kirazları kurtlanana kadar dünyamdaki en büyük dünya olan reçineli kiraz ağacı, ne sonbaharda turuncu elma gibi renklenen Trabzon hurmaları, ne de düzlüklerdeki kumuşu patlak kestane ağaçları hiç birini ama hiç biri beni incir ağacı kadar kendine çekemezdi. İncir ağacı bir başkaydı. Bir gün hemen portakal ağaçlarının yanındaki diğer incir ağacı ansızın kurudu. Ne olduğunu anlayamadım. Tek bildiğim babaannemin lahana bahçesindeki fidelerini ineğin altındaki göletten aldığı ucuz pekmezi andıran inek idrarıyla durmadan suladığıydı. İncir ağacı kurumakla kalmadı, adeta Hz.İsa gibi göğe yükseldi. Şaşırdım. Şükür ki ilerideki karga kurbanı diğer incir ağacı yerli yerindeydi. Zaman onu da Hz. İsa’nın havarisi gibi yaptı. İncir kurudu, kesildi ve yandı, kor oldu evin ocağında. İncir ağacının kül olduğu o ocak da yok oldu bir gün. Gittim, baktım, henüz yeni bir incir ağacı yeşermemiş metruk ev temellerinde. İşte incir çekirdeğini doldurmayacak bir yazı size. İşte böyle şair benim incir ağacım. Benim iyi incirlerimi hep kuşlar özellikle de o tipsiz kargalar yedi.
Daha sur diplerindeki bir yabanı andıran maranzul incirlerinden bile bahsetmedim. Ne de deniz kenarında gördüğüm o kocaman incir ağacındaki soluk renkli incirlerden. Hastane önündekileri incirleri kim yedi bilmiyorum ama benim incirlerimin iyilerini kuşlar yedi şair. Ben inciri Hz. İsa’yı sever gibi sevdim. İftarlardaki fazla hurmaları da ben yemiştim. Ramazanlarda orucu açan ilk lokma gibi. Şair bir sonraki heyelan da ne yazacak merak ediyorum. Ona ‘’evet suluboya bir makam ama o ne Nihavend makamı ne de bir makamsızlıktır’’ demek istiyorum. Ya bana cehennem ateşinde ıslah olmuş gibi yamuk yumuk Arapça harflerle konuş şair, ya da sus. Bu da benim sulu boya makamımın savunması efendim.