Üniversite yıllarım çok zorlu geçti. Tarladan çıkıp fakülteye girmiştim ve üzerimde hala toprak kokusu vardı. Ellerim sürekli tozlu, toprağın kurumuş kalıntılarıyla kaplıymış gibi hissediyordum. Bu yüzden insanlarla tokalaşmadan önce avuçlarımı pantolonuma silmeyi alışkanlık haline getirmiştim. İletişim kelimesinin kökenini öğrendiğim, ancak pratikte zayıf kaldığım zamanlardı. Köyüne üç günde bir gazete giren tarla işçisini İstanbul’un göbeğinde mevzilenmiş iletişim fakültesine sokarsanız, bu kişinin sebep olacağı toplumsal travmaları da kabullenmek zorundasınız. Kesin öyle olacak diye bir şey yok ancak İhtimal dahilinde olan şeyler bunlar. Topluma zorla yamamaya çalıştığınız kişi, yamandığı yerde sabit duramayabilir. Ardından gelecek zincirleme çözülmeler, yıkımlar, altından kalkamayacağınız boyutlara ulaşabilir. Ne gerek var?
Beni üniversiteye kabul eden çarpık eğitim sistemine küskündüm. Aile zoruyla gönderildiğim üniversitenin benim gibi insanlara göre bir yer olmadığını düşünüyordum. Yabancı insanlarla tanışmak, onlarla aynı ortamlarda bulunmak, konuşmak, beraber yürümek, kızlarla yan yana oturmak, kapıdan çıkarken bir kıza çarpmak, sabahleyin günaydın diyerek selamlaşmak… Bunlar benim kaldırabileceğim türden sosyal faaliyetler değildi. Beynimde bir girdap, tüm çevrenin kargaşasını çeviriyor, çeviriyor, çeviriyor ve başımı döndürüyordu. Kaynamış ve durgunlaşmış bir su gibi, sakin fakat tehlikeliydim. İçimde bir şeylere yönelme ihtiyacı vardı. Bu hissin adını koyamıyor, onu tanımlayamıyordum. Bazen bir şeyler patlıyordu içimde. Tek başıma kantinde oturduğum bir sırada masanın üzerine çıkıp oradaki yüzlerce öğrenciye seslenmek, onlara köy hayatından bahsetmek, saatlerce beni dinlemelerini sağlamak, odak noktası olmak ve çılgınca alkışlanmak istiyordum. Böyle garip duygular eşliğinde okula gelip gelip gidiyor, içimde çok somut ve aynı zamanda hayali bir dünyanın coşkunluğunu hissediyordum. Burası benim çekingen olmadığım, kalabalıklara konuştuğum bir dünyaydı. Alkışlar, gözyaşları, boynuma sarılan insanlar… Hepsi çok yakınımda ve hayaliydiler.
Zaman geçtikçe ortama alışmak şöyle dursun, kendimi çevreye daha yabancı hissetmeye başladım. Çekingenliğimden dolayı kimseyle iletişim kuramıyordum. İnsanlardan ve mecburi sohbetlerden kaçmak için okulun kütüphanesine kapanıp bütün kitapları okumaya başlamıştım. Akşam çıkarken yanıma da alıyordum kitapları. Otobüslerde, yolda yürürken, sınıfta dersler sıkıcı geldiğinde, kantinde çay içerken, sürekli okuyordum. Kitaplar tam anlamıyla aklımı başımdan almıştı. Bir kitabı okurken, birdenbire içimde onu yeme arzusu uyanıyordu. Sayfaları avuç avuç koparıp çiğnemek, o ekşi saman kokusuna bulanmak istiyordum. Sayfaları yüzüme sürüyordum. Köşelerden ufak parçalar koparıp ağzıma atıyordum. Elektrik olmayan barakamda, akşamları mum ışığında kitaplardaki insanlarla konuşmaya başladım. Onların hayatını okuyordum, ben onları tanıyordum, onlar da beni tanımalıydılar. Çocukluğumdan başlayıp anlattım. Toprağı havalandırırken bel mi kullanmak gerekir, yoksa kazma mı kullanmak gerekir? Bu incelikleri onlarla paylaştım. Ben de onlardan çok şey öğreniyordum. Muhteşem bir dostluğumuz vardı. Hoşuma gitmeyen şeyler yaptıklarında o sayfayı kopartıp yiyordum. Sonra çok üzülüyor, saman balyası yapmanın inceliklerini anlatıp kendimi affettiriyordum. Kesinlikle küs kalmıyorduk.
Kitaplarla ilişkimi ilerletirken, fakülte binasında internet odası diye bir yer keşfettim. Bilgisayara yabancı değildim, köyde kullanmışlığım vardı, fakat internetin sırlarına vakıf değildim. Kitaplardan zaman buldukça internet odasında vakit geçirmeye başladım. Dersleri de sallamıştım iyice, bu internet beni içine çekiyordu.
Üniversitenin ikinci senesinde, okuldaki internet odasından çıkmaz olmuştum. Gündüz akşama kadar internette, akşam da barakada kitaplarla vakit geçiriyordum. İşte bu sıralarda internetteki sosyal paylaşım ortamlarıyla tanıştım. En çok bloglar ilgimi çekmişti. İnsanların yazdıklarını okuyordum, onlarla iletişime geçip msn’de sohbet ediyordum. Burası muazzam bir yerdi. İnsanlar okuduğum kitapları biliyorlardı ve üstelik bu kitaplarla ilgili oldukça fazla bilgi vardı internette. Kütüphanede bulduğum ve her kitabı beni resmen sersemleten Dostoyevski isimli yazarla ilgili inanılmaz şeyler öğrenmiştim. Tüm dünyada tanınmış usta bir edebiyatçı, çağlar boyu insanları etkilemiş bir deha diyorlardı onun için. İnternetin sayfalarını su gibi içiyordum. İnsanlarla iletişim kurmak daha kolay ve daha keyifliydi burada. Fakat sohbetin ötesine geçmeliydim, insanlara bir şeyler anlatmalıydım, içimdeki her şeyi yazıya dökmeliydim… Bloglar burada bana enteresan kapılar araladı. Kendime açtığım blog sayfası aylarca kimsenin girmediği bir yer olarak kaldı. Aklıma ne gelirse yazıyordum, fakat kim okuyacaktı? İnsanlara ulaşmak biraz zordu başlarda. Sonra her şey çığırından çıktı.
Sayfamda yazdığım birkaç yazı başka sitelerde paylaşılmış, insanlar tarafından beğenilmiş ve bu sayede blog sayfamı takip eden kişiler olmuştu. Onlarla dostluk kurup sohbet etmeye başladım. Sanal dünyanın çekingenlikleri yok eden, insanlar arası iletişimi basitleştiren ve yalınlaştıran dinamik yapısı her geçen gün biraz daha çekici hale geliyordu. O kadar aktiftim ki, bir süre sonra blog kullanıcıları arasında ciddi bir saygınlığım ve şöhretim oldu. Bu sırada, sayfamda yazdığım yazıları düzenliyor, tekrar elden geçiriyor, onlara çeki düzen veriyordum. Tanıdığım, bildiğim insanları anlatıyordum. Köyden karakterler, köy yaşamının ayrıntıları, köy ve şehir arasında sıkışmış insanlar.. Yazılarımın temelini oluşturan unsurlar bunlardı. Tamamen gerçeklerden yola çıkarak kurguladığım hikayelerde bazen uçuk karakterler olur, bazen hayali anılar, bazen yaşanmış ya da yaşanması muhtemel diyaloglar olurdu. Kimseyi kandırmıyordum, kimseye bir şey vadetmiyordum. İçimdeki öfkeyi, daha doğrusu enerjiyi, bir şekilde insanlara ulaşma arzusunu, bu şekilde bastırıyor, kantinde masanın üzerine çıkıp anlatmak istediğim hikayeleri burada tanımadığım ve yüzlerini görmediğim binlerce insanla paylaşıyordum. Okuyanlar başka kişilere öneriyorlardı. Onlar da başka kişilere, onlar da diğerlerine derken çığ gibi büyüyen bir kitleyle karşı karşıya kalmıştım. Bu insanların çoğuyla birebir diyalog kuruyor, mail ortamında herkesle yazışıyordum.
Bu şekilde hiç bitmeyen bir heyecanla blog sayfamda hikayelerimi anlatmaya devam ederken, bir gün okulda ilginç bir şey oldu. Sosyal medya üzerine ders veren bir profesörün dersine girmek için sabah yola çıkmış, param olmadığı için bütün yolu yürümek zorunda kalmış, bu yüzden derse yarım saat kadar geç girmiştim. Sınıfa girdiğimde, duvara bir perde çekildiğini, masanın üzerinde bulunan bir cihazla da bu perdeye görüntü yansıtıldığını gördüm. Bilgisayardan beyaz perdeye aktarılan bu ekranda benim blog sayfam duruyordu. Yüreğim ağzıma geldi. Bir süre sınıf kapısında öylece kaldım. İçeri girmekle geri dönmek arasında bocalıyordum. İçimden bir ses kaçmamı söylüyordu. Kapıda gereğinden fazla bekleyince gözler bana döndü ve hocanın “oturabilirsin oğlum” sözüyle kendime gelip uzak bir köşeye geçtim, neler olduğunu anlamaya çalıştım. Daha önce de derslerine girdiğim ve konulara yaklaşımını beğendiğim kadın profesör, iple boynuna astığı gözlüğünün üzerinden sınıfa bakarak konuşuyordu…
“Sosyal medyanın ve sosyal paylaşım ortamlarının insanları yalnızlıktan kurtardığını fakat aynı zamanda kusursuz bir tezat oluşturacak şekilde daha fazla yalnızlaştırdığını söyledik. Bu cümle ilk bakışta iki uç durumun ifadesi gibi görünüyor. Hem yalnızlıktan kurtarıyor, hem de yalnızlaştırıyor derken ne demek istiyoruz? Bu örnek blog sayfasında, sizler gibi bir üniversite öğrencisinin kendisini sosyal yaşamda ifade edemediği için yazarak ve kimliğini gizleyerek insanlara internet üzerinden ulaştığını ve bunda da başarılı olduğunu görüyoruz. Buradaki hikayelerin omurgasını oluşturan köy, açlık, sefalet, saflık, merhamet gibi vurgular, anlattıklarında oldukça samimi olduğunu düşündüğüm bu kişinin topluma olan öfkesini de yansıtıyor bir bakıma. Yani burada sınıfta, kantinde, arkadaş ortamında dile getiremediğiniz şeyleri gidip günlüğünüze yazmanız gibi, bu kişi de topluma karşı bu blog sayfasında cephe alıyor. Bu kişinin yalnız olduğunu, belki toplum tarafından dışlanmış olduğunu tahmin edebiliriz. Muhtemelen bu kimliğinden gerçek yaşamda kimsenin haberi yoktur. Gelip burada derse girebilir, kantinde çay içip sizinle konuşabilir, akşam evine gittiğinde ise bambaşka bir kimlikle size kin kusabilir. Burada kin kustuğunu söylemiyorum, ihtimal dahilinde olan bir şeyden bahsediyorum. Demin de konuştuğumuz gibi, bu blog sayfası anladığım kadarıyla çoğunuzun da takip ettiği ve beğendiği bir sayfa…”
Garip duygular içerisinde ve şiddetli çapıntılarla dinlediğim konuşma, öğrencilerin uğultusuyla kesintiye uğradı. Kalabalık amfideki öğrencilerin, normal yollardan arkadaşlık kuramadığım bu sınıf arkadaşlarımın, yazdıklarımı takip edenler arasında olduklarını öğrendim o an. Okurlarımla karşı karşıyaydım ama kürsüde konuşan ben değildim. Dersi uzak köşelerden yüzü kızararak ve yakalanmaktan korkarak dinleyen sefil bir öğrenciydim sadece. Köy yaşantısı da, sefalet diyalogları da aklımdan uçup gitmiş, suç üstü yakalanmış bir yaban hayvanı gibi donup kalmıştım. Üniversitede, kişiliğimin analiz edildiği bir dersteydim. Kimsenin benden haberi yoktu. Acaba buradakilerin kaçıyla yazışıyordum? Ya hoca? Belki onunla bile konuşuyordum. Benimle konuşurken, beni analiz etmeye uğraşıyordu belki de. Elim ayağım titremeye, yüzüme ateş vurmaya başladı. Neden heyecanlandığımı anlamamıştım ama tüm vücuduma yayılan bir korkunun, kuvvetli bir yılan zehri gibi damarlarımda adım adım ilerleyişini hissedebiliyordum.
Daldığım düşüncelerden sıyrılıp sınıfa döndüğümde, hoca dersi bitirmeye hazırlanıyordu. “Arkadaşlar dersi sonlandıralım isterseniz. Konuştuğumuz gibi, Derya arkadaşınız bu hikayelerin yazarıyla iletişime geçip onunla röportaj yapmak istediğini söyleyecek. Fakat ben bu yazarın yüzyüze gelmek istemeyeceğini, röportajı mail yoluyla gerçekleştirmeyi teklif edeceğini düşünüyorum. Öyle olsa bile, çok önemli bir ders konusu olacak bu röportaj. Haftaya uzun uzun konuşacağız bunu. Sormamız gereken sorular üzerine sizler de kafa yorun. İşlediğimiz konular üzerinden, bu kişinin düşünce dünyasını anlamaya, sanal dünya ve gerçek dünya üzerine fikirlerini çözümlemeye çalışacağız. Nasıl bir hayatı var? Gün içerisinde nelerle uğraşıyor? Geleceğe dair düşünceleri nelerdir? Neler okur? Neden yazıyor? Bunlar gibi çok temel sorularla başlanabilir. Aslında bu kişiyi buraya getirip bir dersi onunla beraber işlesek harika olur ama bunun imkansız olduğunu varsayıyorum şimdilik. Röportajı aradan çıkaralım da ilerde o da teklif edilebilir. Haftaya görüşmek üzere arkadaşlar…”
Uğultuyla boşalan sınıfta tek başıma kalmıştım ve sıradan kalkmaya cesaret edemez haldeydim. Biraz önce tanıdığım Derya’nın arkasından çıkıp onu izlemek istiyordum ama çıkamadım. Uzunca bir süre daha oturduktan sonra kantine gitmeye karar verdim. Bu insanların beni bir kobay faresi olarak mı, yoksa kitaplarda okudukları yazarlar gibi mi gördüklerini merak ediyordum. Alay konusu mu olmuştum? Takdir mi ediliyordum? Ne düşünüyorlardı hakkımda? Bugüne kadar aklıma hiç gelmeyen sorular zihnimi meşgul etmeye başladı. Karnıma sancı girdi. Plastik bardakta çay alıp bahçeye oturdum. Hava güzeldi, etrafta büyük çınar ağaçları ve dallarında hiç susmayan kuşlar vardı. Defterimi çıkarıp yazmaya başladım. Derya’yı yazıyordum. İri siyah gözleri bembeyaz ışıklar saçıyor, çınar ağaçlarının gölgesinde, bir masal ormanında yaşayan su perisi gibi görünüyordu. Kuşlar onun için şakıyor, yapraklar ayaklarına dökülüyordu.
Derya hikayesini internete koymadım. Defterimde sakladım ve her gün bir parça ekleyip çıkararak mükemmel haline kavuşmasını bekledim. Okulun son günleri Derya hikayesini tamamlamış, koca defteri dolduran hikayeyi bilgisayara aktarmıştım. İki yıl önceki o dersten sonra blog sayfamı kapattığım ve derse bir daha girmediğim için bu hikayenin nasıl sonlandığını bilmiyordum. Bu süre zarfında, Derya’yla destansı bir hikayemiz olmuştu. İki yıl o hikayeyle yaşadım. Son günlerden birinde, hikayeyi temize çektiğim defteri kantinde usulca çantasına attım. Çınar ağaçları yapraklarını döküyor, hayat mütemadiyen aynı hareketleri tekrarladığımız bir prova gibi akıp gidiyordu. Herkes kendi oyununu sahneleyeceği günü bekliyordu. Kimileri içinse yalnızca prova vardı. Alkışlara alışık olmayan insanların provası oyunun kendisiydi aslında ve burada mantık aramak, çelişki aramak, amaç aramak, en az provanın kendisi kadar saçmaydı.
Ne zaman Derya hikayesini açıp okusam, Derya’nın da o sırada aynı satırları okuyup okumadığını merak ederim. Bizi hala birbirimize bağlayan cümleler var. Bir de çınar ağaçları.
harika bir hikaye. gerçek yaşanmış hikaye mi acaba?
paylaşımınız ve yazınız için teşekkürler.
belki de hayatın her alanına,her ilişki (yazarın tabiriyle ilişkisizlik) durumlarına uygulanabilecek bi deneyim