Gerçek bir yaşam öyküsü, son yıllarda okuduğum güzel kitaplardan. Savaş yılları, Yunanistan Alman işgalinde ve Yahudi kızı Gioconda ile yazarın tertemiz çocuksu bir aşkı. Savaşa rağmen yaşanmış saf ve şehvetli duygular. Toplama kamplarına sevgilinizi bırakabilir miydiniz?
Muammer Çimen
Kitaptan;
aşkın gerçek anlamını tekrar sorgulayacağınız satırlar…
işgal yılları sırasında birbirlerine âşık olan iki genç, binlerce insan açlıktan ölürken
ve masumlar işkence görüp vatanseverler idam edilirken,
o zorlu günleri birbirlerini ve hayatı keşfederek deneyimler.
fakat almanlar’ın selanik’te yaşayan yahudileri toplama kamplarına yerleştirdikleri
o gün geldiğinde benimsemek zorunda olacakları bambaşka bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalırlar.
“… dudaklarının dokunuşunu ve verdiği hazzı bugün bile hatırlıyorum. gözlerimden, kulaklarımdan, dudaklarımdan, parmaklarımın ucundan aşk sızıyordu. tenim aşkla yanıyordu. yüreğim, boğazım, her yanım aşk içindeydi. onun aşkı bana aktı, bedenimi deldiğini hissedebiliyordum. sıcacık, akıcı ve heyecan vericiydi. tek kelime etmedik. birbirimize o kadar yakındık ki aramızda sözlere yer kalmamıştı. dudaklarım yeniden onunkilere dokundu, usulca ve masumca. ve yeniden boynuna, alnına, gözlerine doğru kaydı…”***
Aşağıdaki öykü yaşanmış bir öyküdür.*
Dün gece yine eski mahallemi gördüm düşümde. Uyurken bir düş, uyanıkken ve bugün neye dönüştüğünü gördüğümde ise bir kâbus. Ama ben onun görkemli halini biliyorum, onu eski haliyle tanıdım. Ne mutlu bana ki savaştan önce orada doğup büyüdüm ve savaşla işgal sırasında, sonrasında birkaç yıl orada yaşadım.O günlerde, savaştan önce, bizimki gibi bölgelerde, insanlar apartmanlarda değil evlerde yaşıyorlardı hâlâ. Bahçeler ve çiçekler vardı ve mevsimlerin her birinin kendine has kokusu. Gecenin sessizliği yalnızca köpek havlamaları ya da şafak sökmeden önce duyulan horoz sesleriyle bozulurdu. Yazın komşunun bahçesindeki havuzda kurbağalar vıraklar, sabahları erkenden sütçü gelirdi ve kadınlar bahçe çitleri üzerinden günün ilk keyifli dedikodularını yapmaya başlarlardı. Araba falan yoktu. Tanrım, bütün bunlar ve daha neler neler.
O zamanlar küçük, yoksul bir ev vardı. Bu ev sonradan benim için çok önemli bir ev haline gelecekti. Uzun ve alçak bir yapıydı, çatısı eğimliydi, önünde evin yarısını kaplayarak verandayı saran bir asma vardı. Korunacak bir şey ya da korunacak biri olduğundan değil sadece sınır belirlemek için etrafı döküntü çitlerle kaplı olan bahçesi ise birkaç çiçek saksısı, kocaman bir incir ağacı, çim ve yabani otlardan ibaretti. Bir başka deyişle mütevazı, abartısız, biraz insan eliyle oluşturulmuş, çoğunlukla da Tanrı vergisi, sahip olunmaktan keyif duyulacak bir bahçeydi burası. Şimdi artık yok. Sonraki yıllarda Avrupa’nın parklarında dolaşırken kalbim o bahçe için sızladı. Onun kuytu köşelerini, taşlarını, böceklerini, çekirgelerini, kertenkelelerini, birkaç karış toprağa sığdırılmış oyunlar oynadığımız, büyüdüğümüz, yaşadığımız ve öğrendigimiz – her şeyin ötesinde öğrendigimiz – o sınırsız dünyasının özlemini çektim.
O küçük evle bizim evin arasında yazları alabildiğine yabani otlar bürüyen bir arsa vardı. Kimin bahçesiydi bilmiyorduk, kimse de çıkıp benimdir demedi ve bizim küçük çetemiz hep orada toplanırdı. Orası konuşulacak, oyunlar oynanacak, itişip kakışılacak, sevilecek bir yerdi. Orada saklambaçlar oynadık, hırsız-polis olduk, ormandaki kâşifler gibi gezindik ve yaz akşamları otların üzerine uzanıp önemli şeyler konuştuk.
Hemen hemen her gün orada iki kuzenimle birlikte o evde yaşayan ailenin altı çocuğuyla bir araya geldik. Çocukların büyük olan ilk dördü kızdı, diğerleri ise erkek. Aramızda yaş farkı olmasına rağmen uzun bir süre sorun yaşamadık ve hepimiz bir arada oynadık.
Onlar Yahudilerdi ve çok yoksullardı ki bu durum anne babalarının keyifle görmezden geldiği bir gerçekti. Ayrıca o günlerde ve bizim dünyamızda, ailelerin yaşam tarzları arasında pek de bir fark yoktu. Çocukların daha iyi günler görmüş olduğu belli olan, görünümüne fazlasıyla uyan asil biri gibi davranan bir de büyükanneleri vardı. Alçak bir sesle emreder gibi konuşur ve önünde eğilmenizi, elini öpmenizi bekliyormuş gibi bir izlenim bırakırdı. Yine de soğuk biri değildi, varlığından rahatsızlık duymazdınız. Tam aksine insan onun cazibesine kapılır, ayaklarına kapanmaya hazır olurdu. İçten bir kadındı.